Reformlar

Reformlar

DÜnya Gazetesi, Küresel Bakış, 02 Mayıs 2011

Türkiye “iddialı” bir ülke. Dahası, henüz kullanmadığı potansiyeli olduğuna inanan ve inanılan bir ülke. Yerinin, tarihi ve kültürel mirasının ve insanının desteğiyle ulaşabileceği potansiyelin bazı boyutlarına bakalım:

· Türkiye’nin bir sanayi devi haline gelmesi,

· Başta İstanbul olmak üzere (ancak onunla sınırlı olmayan) uluslararası finans ve iş merkezleri olan kentlere sahip olması,

· Önemli kıtalararası ulaştırma, haberleşme ve enerji koridorlarına ev sahipliği yapması

· Bir çok ülkeden milyonlarca yabancı öğrenciye hizmet veren bir orta ve yüksek öğrenim merkezi haline gelmesi,

· Bir tasarım merkezi olması,

· Uluslararası sorunların, ihtilafların taraflarını bir araya getiren bir adil platform olarak isim yapması,

· Turizm gelir ve ziyaretçilerinin bugünkü seviyesini katlaması,

· Dünyanın önemli film üretim merkezlerinden birisi olması.

Bu ve diğer potansiyel gelişim alanlarına aynı anda realistçe sahip olan dünyada kaç devlet olabileceğini düşünün. ABD’nden Çin’e, Tayvan’dan Brezilya’ya bu kadar geniş bir potansiyele sahip ülke sayısının pek de fazla olamadığını göreceksiniz.

Geçen Ekim ayında konuşmacı olarak katıldığım The Economist toplantısında (“Turkey in Transformation” 18th Business Roundtable with the Government of Turkey) ve yine aynı gruba bağlı Eurofinance’in geçen ay düzenlediği toplantıda bu potansiyelin üzerinde durdum. Türkiye’yi uzun süre Çirkin Ördek hikayesindeki kuğuya benzettim bu toplantılarda. Hikayeyi hatırlayın. Farklığının esasında üstünlük olduğunu uzun süre anlayamayan kuğu, tesadüfen birlikte büyüdüğü ördek kardeşlerinden iri ve hantal görünmesini bugünün değimiyle kompleks haline getirir. Neden diğerleri gibi sıradan bir ördek değildir? Zamanla, serpilip güzel bir kuğu  haline geldiğinde işin sırrı çözülür. Farklılığı onun gücüdür esasında.

Türkiye sıradan bir Avrupa ülkesi olmaya çalıştıkça güç kaybetti. Şimdilerde, farklılığını ortaya kendine güvenle koymaya çalışması onu güçlendiriyor. Bu süreç oldukça zor olmaya devam edecek. Dahası ülke riskler yaşayacak; hatalar yapılacak. Bu kaçınılmaz tecrübe, eğer yaşanmaya devam ederse, Türkiye’yi, tarihte yer aldığı  “üst sınıf” ülkeler arasına taşıyacak.

Yukarı çıkmanın sırrı yüksek standartları oluşturmak ve ekonomisinin güçlendirmekten geçiyor. Bu da reform manasına geliyor. 23 Mart’ta Rekabet Kurulu tarafından, 14. Kuruluş yılı vesilesiyle  düzenlenen “Türkiye Ekonomisi İçin Mikro Reformlar ve Rekabet Politikası” Sempozyumu’nun başlığı bu açıdan oldukça isabetliydi. Rekabet otoritesinin, kendisini ülkenin uluslar arası rekabet gücünün oluşturulmasında bir ajan olarak gördüğü hissettim bu sempozyumda. Bu bakış açısının kamunun tüm birimlerine yayılması gerekiyor. Yakından tanıdığım  bazı birimlerde benzer bakış açısının yerleşmiş olduğunu biliyorum. Ancak bir çok kamu biriminin, kendisini ülkenin “makro hikayesinden” kopuk, “üst hedeflerden” bağımsız adacıklar gibi hissettikleri de bir vakıa.

Rekabet Kurulu sempozyumunun mikro reformlar etrafında tasarlanması doğru bir zamanlama. Benim dahil olduğum panelin başkanı olan duayen yönetici ve gazeteci Rüştü Bozkurt’un da bu gazetede  bir süredir bu konuyu ele alması tesadüf değil.

Önümüzdeki dönemde reformlar konusu gündemde olacak. Burada anahtar doğru soruları sorup- doğru süreçler içinde cevap aranmasından geçiyor. Son iki yüz sene boyunca bizlere pek cazip gelen “tercüme” çözümlere rağbet etmememiz gerekiyor. Uzunca süredir içine girdiğimiz düşünce tembelliği, soruları bizim adımıza başkalarının sorup, cevapları da onların vermesine yönlendiriyor bizi. Bu da kaynakları yanlış yere harcamamız ve sonuç elde edemememize sebep oluyor.

Özetle, dünyayı iyi okuyalım; kendimizi doğru konumlandıralım; yerli ve yabancı tecrübelerden sonuna kadar faydalanalım. Ancak soruların kendi sorularımız, cevapların da kendi cevaplarımız olmasına dikkat edelim. Yani reformları iyi tasarlayalım ve etkin uygulayalım.