Türkiye Batı’ya kapanıyor (mu?)

Türkiye Batı’ya kapanıyor (mu?)

Son dönemde, Türk hariciyesi aktifleşerek yıllardır ihmal edilmiş geniş dış politika alanının bir kısmına yoğunlaşmaya başlayınca hem ülke içinden hem de dışından “Türkiye Batı’dan kopuyor mu?” soruları ortaya çıkmaya başladı.

Dış ilişkilerini neredeyse tamamını uzun süre Batı’ya sadece Avrupa ve ABD’ye hasretmiş/endekslemiş bir ülkede, böyle bir “çeşitlendirme” önemli bir kırılmaya işaret ediyor. Dolayısıyla, sorular yersiz değil. Cevabı ise görüldüğü kadarıyla pek de spekülatif değil. Türkiye Batı’dan kopmuyor; sadece uluslararası ilişkilerini, daha geniş bir baza oturtuyor.

Uluslararası ilişkilerini kendi rızasıyla küçük bir ülke grubunun “monopolize” etmesine izin veren bir ülkenin, uluslararası platformlarda arzu ettiği ya da hak ettiği (-ni düşündüğü) saygıyı görmesi zor ve önemli konularda pazarlık gücü de zayıftır. Benzer bir durumu, büyük şirketlerin satın alma ve finansman bölümleri de keşfetmiş olduğu için bu tür şirketler genellikle alımlarını ya da finansmanlarını mümkün olduğunca birden fazla tedarikçi veya bankaya kaydırmaya çalışır.

Türkiye’nin son yıllara kadar takip ettiği dış politika çerçevesinin, “Atatürk’ün Yurtta sulh cihanda sulh” sözünün yanlış yorumlanmasıyla belirlendiğini/sınırlandığını söylemek sanırım bir mübalağa olmaz. Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından, Türkiye Cumhuriyet’inin kurulmasıyla, 19. yüzyılın ikinci yarısından beri yoğun savaş içinde insan gücünü, topraklarını ve altyapı namına ne varsa kaybetmiş bir ülkenin uzun dönemli bir ekonomik gelişme süreci içine girmesinin ancak savaştan uzak durmasıyla mümkün olabileceğini görüyordu.

Cumhurbaşkanı İnönü zamanında, Osmanlı İmparatorluğu’nu savaşa sokan, hızla sonunu hazırlayan İttihatçılar’ın aksine Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’na sokmadı. Bu travma dönemi ile İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki şartlar arasında dağlar kadar fark oluşmasına rağmen, Türki dış politikası, büyük ölçüde 1940’ların parametrelerine göre hareket etmeye devam etti. Ancak Atatürk dönemindeki bağımsız dış politika yerini daha bağımsız, timid bir çerçeve benimsendi.

Bu açıdan, “Türkiye Batı’dan kopuyor mu?” soruları, ya da İsrail Dışişleri Bakanı’nın “Türkiye aklını başına alsın” türünden açıklamaları, Türkiye’nin kendi kendisine geçmiş dönemde biçtiği politika tanımlayıcı parametreleri temel alınarak yapıldığını da anlamamız gerekiyor.

Peki, son döneme kadar yürütülen tamamıyla “ABD/Avrupa” ile sınırlı dış ilişkiler Türkiye’ye ne getirdi ve ne götürdü?

Bu önemli fayda/maliyet analizi sorusunu uluslararası ilişkiler uzmanlarına bırakıp işin ekonomik boyutuna biraz da merkantilist bir yaklaşımla baktığımızda benim açımdan şu kısa sonucun altını çizebiliriz: Türkiye-ABD ve Türkiye-AB ilişkilerinde Türkiye ekonomik açıdan daha az menfaatli taraf olmuş:

· Özellikle Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne girmesi sonrasında Türkiye’nin AB’ye ihracatı ve AB’den ithalatı hızla arttı, ancak devamlı Türkiye aleyhine denge verdi. Son yıllarda açık 11 milyar dolar civarında sabitlendi.

Türkiye’nin ABD ile olan ticari ilişkileri her zaman sınırlı kaldı. Son yıllarda, ihracat 5 milyar dolar civarında sabitlenirken (ABD’nin toplam ithalatının binde ikisi!), ithalat ise ikiye katlanarak Türkiye’nin ticaret açığı 2005 yılında 500 milyon doların altındayken 2008’de 8 milyar dolara yaklaştı. Aynı dönemde, ABD’nin toplam ithalatı 2’den 2,5 trilyon dolara çıkarken, Çin’in verdiği dış ticaret açığı 162 milyar dolardan 268 milyar dolara yükselmişti.

Yukarıdaki soruyu bir de başka bir açıdan daha sorabiliriz. Türkiye, geçmiş dönemde dış ilişkilerini ABD ve AB’ye “fiksleyerek” verdiği özel taviz karşılığında bu ülke gruplarından her hangi bir menfaat sağlamış mıdır?

Yukarıdaki bilgiler, ticari açıdan Türkiye’nin bu ülkelerden “merkantilist” manada bir menfaat sağlamadığını, aksine o ülkelere destek vermiş olduğunu gösteriyor. ABD, İsrail gibi ülkelere tanıdığı “qualified” investment zone” gibi özel teşvik unsurlarını, Sovyetler karşısında Çin (dikkat Tayvan’a tanınan desteğin dışında Çin’e 1980’den sonra tanınan MFN statüsünden bahsediyorum) ve Kore gibi ülkelere verdiği destekleri “aslan müttefiki” Türkiye’ye de kullandırtmayı tanımayı hiç düşündü mü dersiniz?

Son söz: ABD ya da AB, Türkiye’yi bir taraftan “herkesle eşit mesafede” tutmaya çalışırken diğer taraftan Türkiye’nin kendilerini “özel bir statüde” tutmasını istiyor. Bu ülkeler dışında ilişki ağı oluşturmayan Türkiye kendisine biçilen bu tür bir çerçeveyi kabul etmiş olur. Tersine, ilişki ağını genişlettikçe, AB ve ABD nezdindeki pazarlık gücü artar Türkiye’nin. Bu politika, Türkiye’yi Batı’ya kapamaz, aksine (daha eşit şartlarda) açar.