TOÇOĞLU’NU KURTARACAK PROJE!

TOÇOĞLU’NU KURTARACAK PROJE!

“Kentler ne yapmalı?” Bu soruyu Zeki Toçoğlu nasıl cevaplar acaba? Zeki Başkan, günlük politik tartışmalar ya da rutin belediye çalışmaları yahut meydan projelerinin başarılı olup olmadığı, yerine hangi milletvekilinin aday gösterileceği dedikodularını değil de Sakarya’nın Adapazarı’nın nesi olduğu, Adapazarı’nın Türkiye’nin nesi olduğu, Aynalıkavak yahut Şerefiye yahut Kurbanlar’ın, Adapazarı’nın nesi olduğu hakkında beyanatlar neden vermez?

Kabağıyla mı meşhur bu şehir, tatangasıyla mı, ıslama köftesiyle mi, Sait Faik’iyle mi, patatesiyle mi? Hangisi? Faik Baysal’ın ünlü romanı “Sarduvan” için Serdivan’da ne yapmıştı Zeki Toçoğlu? Büyükşehir adına gittiği yurt dışı gezilerde, meslektaş mı makamdaş mı demek lazım, “Mayor Of MunicipaIity”lere nasıl bir DVD veriyor, Adapazarı’nın tanıtım filmi hangi görüntüyle başlıyor, hangi cümleyle bitiyor?

Zeki Toçoğlu’na has bir eksiklik değil bu ve belki de kendisi de bundan rahatsız. Bütün şehirlerimizde benzer bir “anlam” ve “önem” sıralaması eksikliğini, bir “değer” sıralaması yokluğunu görmek mümkün.

“Orhan Cami Meydanı mezarlığa mı benzedi?” sorusu yerine, “Meydanın dizaynı ve aydınlatması hangi mimara ait? ve “O mimar neden bu direkleri seçtiğini nasıl açıklıyor?” sorusunu sormak çok mu zor? Yahut depremden beri Bombay’ın teneke mahalleleri gibi duran “Gar Meydanı’na ışıklı havuz yapmak çok büyük bir hizmet midir?” sorusunu neden kimse sormuyor? Rahmetli Ünal Ozan’ı “Anca havuz yapar” diye suçlandıran bir siyasi hareketin belediye başkanı için hem de Ünal Ozan’dan 20 yıl sonra “havuz reklamı yapmak” şehircilik, belediyecilik açısından ne anlama geliyor? Siyasi ahlak, duruş, hakperestlik açısından özellikle? Otobüs almak, asfalt dökmek (kendi paramızla) bize zaten sunulması gereken hizmetler midir yoksa önemli çalışmalar mıdır? Yoksa belediyenin şehre, hemşehriye lütfu mudur?

Kişisel çıkarların millet menfaatleriyle yer değiştirdiği, küçük sorular ve küçük cevapların yerine büyük idealler ve gayretlerin geçtiği “yerler”, “şehirler”, “ülkeler” ilerliyor, diğerleri futbolun bile amatör küme maçlarına gidecek otobüs bulmaya çalışıyor. Neyse ki belediyeler var!

Kentler ne yapmalı? Soruyu Murat Yülek soruyor ve cevaplıyor. “Kentler tesadüfen inip çıkmamalı. Değişen iç ve dış faktörleri takip edebilmeli. Kotler’in sınırlı analizi bu konuda ipuçları veriyor. Biz de Almanya’dan bir örnek ekleyelim. Ruhr havzası Almanya’nın en önemli sanayi bölgelerindendi. Önceki yüzyıldaki “geç” Alman sanayileşmesinin de merkeziydi bu bölge. 1980’li yıllarda bölgede AB politikalarının da etkisiyle kullanılamayan kömür dağları oluşmuştu. Düsseldorf bu bölgesel inişte kendisini bir iş ve finans merkezi olarak yeniden tanımladı. Kazanan kentlerden oldu. Sözün özü, kentlerimiz değişimi “izlememeli”, değişimi üretmeli. Son dönemde Türkiye’de kurulan kalkınma ajanslarına çok iş düşüyor bu konuda. Bu ajanslar ilgili kentlerle ilgili katılımcı stratejiler oluşturuyor. Öncelikli sahalarda özel kesime ve sivil toplum örgütlerine finansal destekler veriyorlar. Bunlar Türkiye için yeni deneyimler. Ancak her şeyden önce ajansların kendileri değişimin tam göbeğinde yer almalı. Esnek bir yapıya sahip olmalı. Finanse ettikleri aktörlerle “partnerlik” anlayışı içinde olmalı. Bir başka önemli konu da kent yönetimlerinden geçiyor. Valilerden belediye başkanlarına ana görevin sosyal yapısı, kültürü ve estetiğiyle birlikte kentin ekonomisinin geliştirilmesi olduğunun her daim farkında olması gerekiyor. Singapur gibi şehir devletlerin “şirket” gibi yönetilmeleri ille de eleştirilecek bir şey değil.”

Murat Yülek’in “Kentler de yükselir ve düşer” yazısını şehirleri yönetenler mutlaka okumalı. Zaman Gazetesi’ndeki köşe yazılarını takip edenler, Murat Yülek’in parlak fikirli bir akademisyenin yazacağı, yazdığı yazılardan çok daha ötede bir perspektifle sadece ekonomiyi değil genel olarak “yönetim anlayışımız”ı değerlendiren, şahane tespitlerle dolu makaleler kaleme aldığını zaten biliyorlar.

Türk Hava Kurumu Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve İşletme Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Murat Yülek,geçtiğimiz Pazar günkü yazısında “Manavgat ile Dörtyol’un farkı ne? Ya Dörtyol ile Brüksel’in?” diye soruyor. “Brüksel’e gittiğinizde, beğenin beğenmeyin, farklı estetiğiyle Brüksel’de olduğunuzu bilirsiniz. İlle de Grand Place’daki tarihi estetikten dolayı değil. Atomium anıtı da size Ghent ya da Londra’dan farklı bir kentte olduğunuzu hissettirir. Bizde öyle değil. Tüm kent ve kasabalarımız çirkinlikte birbiriyle yarışan beton binalarla dolu. Dörtyol ya da Manavgat’a gidip o kasabanın diğerlerinden ayırt edici özelliğini göremiyoruz. Kasabalarımızın her birisi diğerlerinden farklı, her birisi bir marka olmalı. Başta estetiğiyle.”

“İnsaniyet namı”na “tuğla üstüne tuğla koymadan”, şu şehre “elle tutulur” bir katkıda bulunmadan Emirdağ ya da Yorgalar yolunu tutan, çocukluğumuzdan beri tanıdığımız adamların saçının sakalının beyazlaması dışında hiç bir “derin” ve “yaygın” gelişmeye rastlamadığımız “şehir hayatı”ndan memnun mu olalım? Başımızı kuma mı sokalım? Bizim partimiz, adayımız seçim kazansın da ne olursa olsun mu?

Prof. Dr. Murat Yülek gibi düşünenlere, yazanlara kulak vermeli, onları dinlemeli, onlarla konuşmalı, yerimizde saymak yerine bilgiyi ve görgüyü değerli saymak yoluna gitmeliyiz.

“Şehirler kültürleri kadardır!” diyen rahmetli Selahaddin Şimşek Adapazarlı idi. Esenler Belediyesi, Dr. Adnan Büyükdeniz adına “Digital Kütüphane” açtı. Sakarya Büyükşehir Belediyesi Selahaddin Şimşek adına ne yaptı? Neden Adapazarı diye bir yer var? sorusunu “doğru” ve yeterince “inanarak” cevaplayan “görgülü” insanlar yönetmeli Adapazarı’nı. Zeki Toçoğlu, bu “görgü”ye ve “vizyon”a sahip olduğunu gösteren icraatları, “insanlar hakkında değil, fikirler hakkında” konuşabilen “ekip”lerle gerçekleştirebilir. Toçoğlu’yu kurtaracak “proje” o ekibi kurmaktır! Yoksa, tarihi Uzunçarşı’nın Ünal Ozan’dan kalma naylon çatısını bile sökemez!

Cihat Zafer

İlgili yazı için lütfen tıklayınız

Comments are closed.