01.12.2014, Murat Yulek, Dünya

Webde yayınlanan bir habere göre bazı zengin ülkelerin liderlerinin kullandıkları araçlar şöyleymiş:

ABD: Obama Amerikan Cadillac marka makam aracı kullanıyormuş;
İngiltere: Başbakan Cameron İngiltere’de üretilen Jaguar marka makam aracı kullanıyorken, Kraliçe de yine İngiltere’de üretilen Bentley marka makam aracı; Fransa: Başkan Hollande, Fransa’da üretilen Citroen marka (hibrit) makam aracı kullanıyormuş;
Almanya: Başbakan Merkel Almanya’da üretilen Mercedes marka makam aracı kullanıyormuş
Japonya: İmparator Hirohito Japonya’da üretilen Toyota Crown marka makam aracı kullanıyormuş
Çin: Devlet Başkanı Hu ÇiN malı HAW Honggi marka araç kullanıyormuş. Dünyanın kalan 200’e yakın ülkesinde, liderler başka ülkelerin ürettiği otomobilleri kullanıyorlar.

Küreselleşen ve Adam Smith’in ‘iş bölümü’yle iyice ulaslararasılaştığı dünyada bazı liderler neden böyle bir ‘milliyetçilik’ yapıyorlar? Hatırlayalım; Sultan Abdülhamid’in, kendisine hediye edilen Ford marka içten yanmalı motora sahip otomobili, “kendi ülkemde imal edildiği zaman kulanırım” dediği rivayet edilir. Türkiye’de de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘yerli otomobil’ ısrarına şahit oluyoruz. Sanayi Bakanı Fikri Işık ve önceki bakan Nihat Ergün de aynı konu üzerinde durmuştu. Yine Türkiye’de, ‘yerli otomobil,’ Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’den Başbakan Erbakan’a kadar liderlerin gündeminde olmuştu.

Liderlerin bu ısrarlarının sebebi, özelde otomobilin genelde ise sanayi sektörünün ülkenin gelişmişlik seviyesi ile ilgili sembolik bir öneme sahip olması olsa gerek.

SETA’nın İstanbul’da düzenlediği bir panelde (‘Yeni Ekonomi için AR-GE, İnovasyon ve Teknoloji Transferi’) Prof. Dr. Erdal Karagöl, Doç. Dr. Hatice Karahan, Dr. Murad Tiryakioğlu ve Dr. Nurullah Gür tarafından hazırlanan raporlar tartışıldı. SETA Ekonomi Direktörü Doç Dr. Sadık Ünay yönetiminde, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakan Yardımcısı Prof. Dr. Davut Kavran ve İstanbul Sanayi Odası Başkanı Erdal Bahçıvan Türkiye’nin teknolojik gelişimiyle ilgili samimi değerlendirmeler yaptılar. Tartışma dönüp dolaşıp iki ana düğüm noktasına geliyor. Birincisi devletin kendi içinde sanayi ve teknoloji konusunda politika koordinasyonunu artırması gerekiyor. Örneğin, teşvik ve dış ticaret politikaları Ekonomi Bakanlığı’nın idaresi altında. Oysa dış ticaretimizin neredeyse tamamı sanayi ürünlerinden oluşuyor. Teşvik Uygulama Genel Müdürlüğü’nün yönettiği teşvikler ise tamamıyle sanayi sektörünü ilgilendiriyor. Japonya ve Kore’nin kalkınmasında önemli rol oynayan ‘Sanayi ve Uluslararası Ticaret Bakanlığı’ her iki konuyu tek çatı altında yönetmişti oysa.

İkincisi, eğitim politikaları. İsviçre’de bile ‘fazla’ üniversiteleşmekten şikayetler var şu sıralarda. İktisaden önemli olan, insanlara çalıştıkları ortama en fazla katkıyı yapacak formasyonu sağlamak. K-12 ve üniversite eğitiminin bunu sağlaması gerekiyor; hem müfredat hem de şekil itibariyle. Türkiye’de ise sanayi kesimi işçi ve mühendis bulmakta zorluk çekiyor. Bunun sosyolojik sebepleri de var. Alışveriş Merkezi’nde güvenlik görevlisi olmak sanayi işçisi olmaya göre daha çekici geliyor Türk genç sosyolojisine. Mühendisler için de benzer bir durum var. Yani, hem eğitim sistemini hem de sosyolojimizi reforme etmemiz gerekiyor. Birincisi, şu ana kadar başarılı olamasak da, daha kolay ikincisinden.

Bunlara üçüncü ve dördüncüsünü de ben ekleyeyim. Öncelikle, sanayinin hükümetlerimizin ekonomik gündeminin ilk maddesi olarak girmesi gerekiyor. İkinci ya da üçüncü değil ilk madde olarak. Bunun sebebi basit; Türkiye’nin en büyük ekonomik sorunlarının başında gelen cari açığın kapatılması ancak sanayi sektörünün geliştirilmesiyle olur. Bu neredeyse bir ‘muhasebesel’ gerçeklik. İhracatımız yüzde 90 oranında sanayiden oluşuyor ve tarım ve mineral ihracatımızın büyük ölçekte artası mümkün değil. Başbakan Başdanışmanı Turan Erol’un deyimiyle ülkemizin ‘teknoloji açığı’ kapanmadan cari açığı kalıcı olarak kapatmamız imkansız. Türkiye son yıllarda bilim, teknoloji, yenilikçilik (BTY) desteklerini büyük ölçüde artırdı. Yani devlet üzerine düşeni yapıyor. Buradaki eksiklik, sanayi politikalarını belirli alanlara odaklamak ve BTY desteklerini de bu stratejiye uygun şekillendirmek.

İkincisi; yeni bir ‘sanayici’ sınıf üretmek ve buna finansal destekleri yükseltmek. Türkiye’de örneğin güçlü bir ‘inşaatçı’ sınıf var (yurt içinde inşaat yapanları kastediyorum.) Kabul edelim, inşaatçı olmak sanayici olmaya göre daha kolay. Öncelikle, Çin ya da Almanya gibi rakipleri yok inşaatçıların. Yüksek teknolojinin üreticisi değil tüketicisi olması yeterli inşaatçının. Finansmana kolay erişiyor; ve dahası, kâr realizasyonu ufk u proje bazında şekilleniyor ve sanayiciye göre çok daha kısa. Sanayici bu boyutların hepsinde inşaatçıya göre öteki uçta yer alıyor.

Son olarak, İstanbul Sanayi Odası Başkanı Erdal Bahçıvan’ın finans ile ilgili önerisinin altını çizelim. Bu konu bu köşede de ele alınmıştı daha önce: Sanayi sektörünün özelliklerine uygun çalışacak, ihtisaslaşmış kalkınma bankacılığını geliştirmesi gerekiyor Türkiye’nin. Sanayicilerin finansmana erişimine önemli katkı yapabilir güçlü bir kalkınma bankası.